Strasbourg, 20 Aralık 2018
CommDH(2018)30
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
36’ncı Madde 3’üncü paragrafı altında
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin
Üçüncü Taraf Müdahilliği
Başvuru No. 28749/18
Mehmet Osman KAVALA / Türkiye
Giriş
1. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri (bundan böyle ‘Komiser’ olarak anılacaktır), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (bundan böyle ‘Sözleşme’ olarak anılacaktır) 36’ncı Madde 3’üncü paragrafıyla uyum içerisinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (bundan böyle ‘Mahkeme’ olarak anılacaktır) görülmekte olan Kavala / Türkiye davasına müdahil olarak davaya ilişkin yazılı gözlemlerini Mahkeme’ye sunma kararı almış olduğunu Mahkeme’ye 19 Kasım 2018 tarihinde bildirmiştir. Bu dava, Türkiye’de bir sivil toplum aktivisti ve insan hakları savunucusu olan başvurucunun yakalanması ve tutukluluğuyla ilgilidir. Dava, aynı zamanda, söz konusu tutukluluğun Sözleşme altında belirlenmiş amaçlardan farklı şekilde ve bilhassa bir sivil toplum aktivisti olarak başvurucuyu susturma aracı olarak kullanılması iddiası ile ilgilidir.
2. Kendisine verilmiş yetki uyarınca, Komiser, insan haklarına etkili şekilde uyulmasını teşvik eder; üye devletlerin Avrupa Konseyi insan hakları araçlarını, bilhassa Sözleşme’yi, uygulamasına yardımcı olur; kanun ve uygulamada insan haklarıyla ilgili olası eksiklikleri belirler ve tüm bölgede insan haklarının korunmasına dair tavsiye ve bilgi sağlar.[1] Ek olarak, 6 Şubat 2008’de kabul edilmiş olan ve Komiser’e, özellikle ülke ziyaretlerinde geniş bir yelpazede faaliyet gösteren savunucularla buluşmaya ve insan hakları savunucularının durumu hakkında kamuya açık raporlar yazmaya devam ederek, Komiserliğinin insan hakları savunucularının korunmasına dair rol ve kapasitesini pekiştirmesi çağrısında bulunan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Bildirgesine binaen, Komiser’in insan hakları savunucularına yönelik özel bir rolü de vardır.[2]
3. Söz konusu müdahillik, Komiser Dunja Mijatović’in Türkiye üzerine çalışmalarına dayanmaktadır. Bu çalışmalar kapsamında, Komiser, 15-19 Ekim 2018 arasında Türkiye’ye bir temas misyonu düzenlemiş ve sivil toplum temsilcileri ve yetkilileri ile görüşmüş ve özel olarak başvurucunun durumuyla ilgili görüşmeler yapmıştır. Söz konusu gözlemler, Komiser’in ülkeye dair devam eden izleme çalışmaları ve selefleri, 1 Nisan 2006 – 31 Mart 2012 arasında İnsan Hakları Komiseri olarak görev yapmış Thomas Hammarberg ve 1 Nisan 2012 – 31 Mart 2018 arasında İnsan Hakları Komiseri olarak görev yapmış Nils Muižnieks’in çalışmalarından faydalanmaktadır.
4. Mevcut yazılı görüşün I’inci Kısmı Türkiye’deki insan hakları savunucularının durumuna dair temel meselelere odaklanmakta; II’nci Kısım Gezi olayları hakkında gözlemler içermekte; III’ncü Kısım Türk yargısının tutuklamaları kullanma biçimiyle ilgili genel sorunları ele almakta; IV’üncü Kısım cezai adalet sistemi ve Anayasa Mahkemesi’nin tutuklulukları denetlemedeki etkinliğindeki genel sorunları ele almaktadır. Bu kısımları Komiser’in çıkarımları takip etmektedir.
I. Türkiye’de insan hakları savunucularının durumuna ilişkin temel meseleler
5. Komiser, başvurucunun yakalanması ve ilk ve bu yazılı görüşün yazılması esnasında 400 günden fazla süredir bir iddianame olmaksızın devam eden tutukluluğunun son yıllarda Türkiye’de sivil toplum ve insan hakları savunucuları üzerinde devamlı olarak artmakta olan baskı bağlamında ele alınması gerektiğini düşünmektedir. Komiserliğin yanı sıra, Avrupa Konseyi’nin pek çok başka kurumu[3] ve BM mekanizmaları[4], bu durum hakkında derin endişelerini ifade etmiştir. Komiser, aynı zamanda, başvurucunun durumuyla ilgili özel şartların ülkede, insan hakları savunucuları dâhil olmak üzere, sivil toplum ortamını etkileyen, ülkede hâlihazırda mevcut olan caydırıcı etkiye önemli katkıda bulunduğunu düşünmektedir.
6. Bir iş adamı ve filantrop olan başvurucu, Türkiye’de tanınmış bir sivil toplum aktivisti ve insan hakları savunucusudur. Uzun yıllar boyunca, Türkiye’de çalışma alanları insan hakları, kültür, sosyal çalışmalar ve tarihsel uzlaşmadan çevrenin korunmasına kadar uzanan pek çok STK’nın ve sivil toplum girişiminin kurulmasına katılmış ve onları desteklemiştir. Bu STK’lar ve girişimlerin arasında, herhangi bir özel sıralama güdülmeksizin, şunlar sayılabilir: (önceki ismiyle Helsinki) Yurttaşlık Derneği, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV), TEMA Vakfı (erozyon ve çevresel bozulmaya karşı çalışmaktadır), Açık Toplum Vakfı, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (geçiş dönemi adaleti meseleleri üzerine çalışmaktadır), Tarih Vakfı, Barış Vakfı ve Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (film festivalleri düzenlemektedir). Son yıllarda, başvurucu, bilhassa Türkiye’nin ana kültür merkezlerinin dışında, sanatsal ve kültürel girişimlerin teşvik edilmesiyle uzlaşma ve insan haklarına saygıya katkıda bulunmayı amaçlayan bir hükümet dışı sivil kuruluş olan Anadolu Kültür üzerinde çalışmaktaydı. Bu sivil kuruluşun pek çok projesi, pek çok dünyaca tanınmış sanat vakıfları ve Avrupa Birliği tarafından desteklenmiş ve pek çok projede Türkiye’nin dört bir yanındaki çeşitli yerel idarelerle işbirliği yapılmıştır.
7. Başvurucu, uzun zamandan beri, Komiserlik de dâhil olmak üzere, Türkiye’de insan hakları üzerine çalışan pek çok uluslararası kuruluşun güvenilir bir ortağı olmuştur. Komiserliğin kurulmasından bu yana görev almış dört Komiserin her biri başvurucunun kurulmasına yardım ettiği STK’lar veya doğrudan başvurucunun kendisiyle iletişim içinde olmuştur. Başvurucunun kendisi ve bu STK’lar, her zaman en yüksek düzeyde profesyonellik, adanmışlık ve insan haklarına saygı göstererek, Türkiye’de insan haklarının durumuna dair güvenilir ve tarafsız bilgi kaynakları olmuştur. Komiserler kendileriyle yaptığı çalışmalarda bu STK’ların veya başvurucunun şiddet veya suçu teşvik ettiği veya şiddeti meşrulaştırdığı veya önemsizleştirdiği gibi bir izlenim edinmemiştir. Başvurucu, aynı zamanda, 1983 yılında, örneğin, Komiser’in selefi tarafından kaleme alınmış görüşlerin bir derlemesinin tercüme edilmesi ve yayınlanması dâhil, Avrupa Konseyi’nin insan hakları standartlarının yayılmasında kilit bir rol oynayan ve Türkiye’de önemli bir yayınevi olan İletişim Yayınları’nın kurucularından olmuştur. Son olarak, başvurucu, 2014 yılında, Avrupa Konseyi’nin ağının bir parçası olan, İstanbul’daki Avrupa Siyaset Okulu’nun kuruluşu ve yönetimine dâhil olmuştur.
8. On yılları kapsayan ve geniş bir yelpazedeki sivil toplum aktivizmi sayesinde, başvurucunun Türk sivil toplumu içinde güçlü bağları vardır ve başvurucu pek çok önemli ulusal ve uluslararası STK ve insan hakları savunucusuyla işbirliği yapmıştır. Yakalanması ve ilk ve devam eden tutukluluğunun uzunluğunun Türkiye’deki sivil toplum üzerinde derin ve caydırıcı bir etkisi olmuştur. Komiser, Ekim 2018’de Türkiye’ye gerçekleştirdiği temas misyonunda bu etkiye dair izlenimler edinmiştir: Çoğu başvurucuyu yakından tanıyan, Komiser’in muhatapları, başvurucunun tutukluluğunu onun sivil toplum aktivizmine karşı bir misilleme olarak algılamakta ve bu tutukluluğun arkasındaki nedenin Türkiye’deki insan hakları savunucularına gözdağı vermek olduğunu düşünmektedir. Başvurucunun devam eden tutukluluğunun görünüşe göre keyfî olması, herhangi bir suça dair kanıtın ve iddianamenin açıklanmamış olması ve başvurucunun geniş çaplı insan hakları çalışmaları ve münhasıran barışçıl faaliyetleri, bir güvensizlik hissi doğurmuş ve aynı şeyin her insan hakları savunucusunun başına gelebileceği algısını yaratmıştır.
9. Komiser, ayrıca, mevcut davanın Türkiye’de son yıllarda sivil toplum ve insan hakları savunucuları üzerindeki artmakta olan baskının açık bir tezahürü olduğuna inanmaktadır. Bu baskı, bilhassa, resmi makamlar tarafından işlendiği iddia edilen insan hakları ihlallerini raporlamanın terör örgütlerinin amaçlarına hizmet ettiği ve bu şekilde aslında Türk Devletine karşı bir saldırı olduğu önermesinde bulunarak, sivil toplum aktivistlerini hedef alan ve siyasetçiler tarafından gerçekleştirilen bir dizi spesifik saldırı ve aynı minvaldeki genel siyasi söylemleri içermektedir. Bu ifadeler, sıklıkla kamu görevlilerinin bu şekildeki çalışmaları kısıtlamaya yönelik harekete geçmesiyle sonuçlanmaktadır. Sözgelimi, Cumhurbaşkanı’nın Nisan 2016’da yapmış olduğu ve insan hakları durumu hakkında rapor yayımlayan STK’ların “üzerine gidilmesi” gerektiğini belirttiği açıklamasının ardından, emniyet güçleri ve yerel idareler, Uluslararası Af Örgütü dâhil, STK’ların ülkedeki bazı yerleri ziyaret etmesini engellemeye başlamıştır.[5]
10. Komiser, söz konusu baskının Temmuz 2016’da olağanüstü hâlin ilan edilmesiyle beraber hem sayısal olarak hem de yoğunluk açısından artış gösterdiğini belirtmektedir. Bu dönemdeki önemli bir gelişme, herhangi bir yargı dahli veya kararı olmaksızın, STK’ların kanun hükmünde kararnameler vasıtasıyla doğrudan kapatılması ve tüm varlıklarının tasfiye edilmesi olmuştur. Selef Komiser’in olağanüstü hâlin en başında acilen bu uygulamaya son verilmesi yönündeki çağrısına rağmen[6], 1.500’ün üzerinde dernek, vakıf ve sendika, yürütme tarafından bir terör örgütüne ait oldukları, bir terör örgütüyle iltisakları veya irtibatları olduklarının “değerlendirilmesi” dışında başka herhangi bir açıklama veya gerekçe sunulmaksızın kapatılmıştır. Anlaşılabilir şekilde, bu durum, Türkiye’deki tüm sivil toplum sektörü açısından daha önce görülmemiş derecede yasal belirsizlik ve caydırıcı etki meydana getirmiştir.
11. Ek olarak, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine dair ayrıntılı raporlar hazırlamalarıyla bilinen Türkiye İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi, insan hakları alanında çalışan en eski sivil toplum kuruluşlarına karşı görünüşe göre seçici şekilde devlet denetimleri gerçekleştirilmiştir. Bunun ardından, bu STK’lara karşı, hâlen derdest olan, bir dizi dava açılmıştır. Sözgelimi, Ankara’da LGBTİ bireylerin insan haklarına odaklanan tüm kamuya açık etkinliklerin ayrım gözetmeksizin ve süresiz olarak yasaklanması dâhil olmak üzere, STK’ların günlük işleyişleri üzerine sert kısıtlamalar getirilmiştir. Komiser, olağanüstü hâl kaldırılmış olsa da söz konusu yasağın devam ettiğini belirtmektedir.
12. Son zamanlarda gerçekleşen olaylardan, Türk yargısının da, artan şekilde, insan hakları savunucularının eleştirilerinin kendi başına devlet ve Türk hükümetine karşı meşru olmayan bir saldırı olduğu yönündeki fikir yürütme biçimini takip ettiği anlaşılmaktadır. Örneğin, Komiser’in selefi, ifade özgürlüğüne dair hazırlamış olduğu bir Memorandumda, ifade özgürlüğü altında korunması gereken eylem veya açıklamaların yargı tarafından taciz edilmesinin medya ve gazetecilikten başlayarak siyasetçiler, akademisyenler, sosyal medyada kendini ifade eden sıradan vatandaşlar ve aynı zamanda STK’lar ve insan hakları savunucuları dâhil olmak üzere, Türkiye’nin tüm kesimlerine yayılmış olduğunu belirtmektedir.[7] Nisan 2017’de Mahkeme’ye sunmuş olduğu yazılı bir görüşte, selef Komiser, aynı zamanda, yargı tarafından da olmak üzere, STK’lara ciddi müdahalelerin pek çok örneğini sunmuş ve şu çıkarımda bulunmuştur: “Türkiye’nin güneydoğusunda insan hakları üzerine çalışan insan hakları savunucularının […] meşru faaliyetlerine karşılık olarak muhtelif misilleme ve yıldırmalara tabi tutuldukları yönünde açık emareler vardır.”[8]
13. Komiserlik, ayrıca, 2017’de Türkiye’de insan hakları savunucularının durumuyla ilgili, örneğin, Komiserliğin başka bir ortağı olan Murat Çelikkan’ın mahkumiyetine;[9] Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nin Başkanı olan Taner Kılıç’ın tutuklanmasına[10] ve Temmuz 2017’de İstanbul’da bir dijital güvenlik ve bilgi yönetimi çalıştayına katılan sekiz insan hakları savunucusunun meşru olmayan şekilde yakalanması ve haklarında ceza davaları açılmasına[11] ilişkin pek çok açıklama yayımlamıştır.
14. Bu gelişmeler, Türkiye resmi makamlarının, insan hakları savunucularının çalışmalarını sınırlamak için tutarlı bir çaba gösterdikleri izlenimini vermektedir; bu da, yaptıkları iş demokratik bir toplumda temel bir unsur teşkil eden insan hakları savunucularının faaliyetleri için düşmanca ve caydırıcı bir ortamın ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Komiser’e göre, başvurucunun yakalanması ve ilk ve devam eden tutukluluğu, bu düşmanca ortamın oluşmasına önemli boyutta katkıda bulunmuştur; Türk makamlarının bu gerçeğin farkında olması gerekmektedir.
15. Selef Komiser, Türkiye’de gazetecilerin ve milletvekillerinin durumuyla ilgili Mahkeme’ye sunmuş olduğu yazılı görüşlerde kanunlar ve ceza davalarının Türkiye’deki muhalif sesleri susturmak amacıyla kullanıldığını belirtmiştir ve yakın zaman önce almış olduğu bir kararda, Mahkeme bu değerlendirmeyi paylaştığını ifade etmiştir.[12] Komiser, aynı argümanın insan hakları savunucuları için de geçerli olduğunu düşünmektedir. Bilhassa, yukarıda tarif edildiği şekilde, Türk makamlarının sivil toplum üzerindeki baskısı, davanın başında ve sonrasında suça dair ikna edici kanıt ortaya koymadaki başarısızlıkla (örneğin, bu görüşün yazıldığı esnada başvurucunun yakalanmasından 400 günden fazla zaman geçtiği hâlde bir iddianame mevcut değildir) birleştiğinde, bu ve buna benzer diğer yakalama ve tutuklulukların arkasındaki esas amacın sivil toplum aktivistleri ve insan hakları savunucularının cezalandırılması ve onlara gözdağı verilmesi olduğuna dair güçlü bir kanı oluşturmaktadır.
16. Komiser’e göre, başvurucunun davasıyla bağlantılı, ceza yargılamalarının bir misilleme biçimi olarak kullanıldığına dair kanıyı tahkim eden daha yakın tarihli bir gelişme, 16 Kasım 2018’de, aralarında İstanbul’daki Avrupa Siyaset Okulu’nun Direktörünün ve Komiserliğin başka ortaklarının da bulunduğu 13 önde gelen akademisyen, sivil toplum aktivisti ve insan hakları savunucusunun gözaltına alınması olmuştur.[13] Komiser, bu yakalamaların gerçekleşme biçimi ve bu kişiler aleyhine getirilen suçlamaların içeriğiyle ilgili endişe duymaktadır.
17. Örneğin, bu kişiler, sorgulama için savcı tarafından çağırılmak yerine, polisin sabahın ilk saatlerinde evlerine yaptığı, tehditkâr bir mesaj veren, baskınlarla yakalanmıştır. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün basına dağıttığı bir nota göre, kişiler aleyhine getirilen suçlamaların içeriğinin başvurucunun, mesnetli bir gerçekmişçesine, bir suç örgütünün lideri olduğunu belirtmesi ancak, buna dayanak olarak sadece, Sözleşme’nin 10 ve 11’inci Maddeleri altında korunması gereken, yasal ve şiddet içermeyen, farz edilen faaliyetlere atıfta bulunması kayda değerdir. Bu şekildeki bir faaliyet, sivil toplum meseleleri üzerine çalışan bir akademisyen olan Yiğit Aksakoğlu’nun tutuklanması için gerekçe olarak kullanılmış, diğer kişiler adli kontrol ve seyahat yasağıyla serbest bırakılmıştır. Komiser, bu olayın bir tarafta, Sözleşme standartları ve Mahkeme’nin içtihadının göz ardı edilmesini veya kastî riayetsizliği, diğer taraftan da, kovuşturma makamlarının sivil toplum aktörlerine karşı takındığı haksız yere taraflı ve düşmanca tavrın emaresi olduğunu düşünmektedir. Bu husus, aynı zamanda, Temmuz 2018’de olağanüstü hâlin kaldırılmasıyla beraber Türkiye’de insan hakları durumunda normalleşmenin gerçekleşmesi beklenirken cesaret kırıcı bir etki yaratmıştır.
II. Gezi Olayları ile ilgili Gözlemler
18. Gerek başvurucu hakkında devam eden yargı süreci gerekse 16 Kasım 2018 tarihinde gerçekleşen, yukarıda belirtilen yakalamalardan anlaşılan o ki Gezi olaylarıyla ilgili iddia olunan eylemler bu davada suçlamaların temelinde yer almaktadır. Komiser, İnsan Hakları Komiserliği’nin bu olaylarla ilgili olarak yürütmüş olduğu kapsamlı çalışmalar sebebiyle, Gezi olaylarına tarafsız bir biçimde ışık tutabileceği kanaatindedir. Komiser’in selefi, Gezi olaylarının hemen ardından, 1-5 Temmuz 2013 tarihlerinde Türkiye’ye gelerek olaylara dâhil olmuş bir çok sivil toplum kuruluşu temsilcisi ile toplantılar düzenlemiş ve aralarında dönemin Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı Müsteşarı ve İstanbul Valisi’nin de bulunduğu Türk yetkililer ile olaylar hakkında ayrıntılı görüşmeler gerçekleştirmiştir. Gezi olayları ile ilgili olarak vardığı sonuçları Türkiye’de kolluk kuvvetleri mensuplarının davranışlarıyla ilgili, bilhassa kolluk kuvvetlerinin gösteriler sırasındaki müdahalelerine odaklanan bir raporda yayımlamıştır.[14]
19. Gezi Olayları, 2013 yılının Mayıs ayının sonunda, İstanbul’da bulunan Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini ve Taksim Meydanı’nda bir alışveriş merkezinin inşa edilmesini engellemeye çalışan az sayıda barışçıl eylemci karşısında aşırı güç kullanımı ile tetiklenmiştir. Bir başka önemli faktör ise anaakım medyanın otosansür nedeniyle olaylar ilk meydana geldiğinde olayları haber yapamaması olmuştur. İlk karşılaşma neticesinde, ülke çapında hükümete karşıtı bir gösteri dalgası meydana gelmiştir; söz konusu gösteriler hem coğrafi kapsamı hem de katılımcı sayısı açısından eşi benzeri görülmemiş niteliktedir (İçişleri Bakanlığı’nın tahminlerine göre Türkiye’deki 81 ilin 79’unda, 2,5 milyon kişi). Olayların ilk aşamalarında katılım çok geniş çaplı olmuş ve Mimarlar ve Mühendisler Odaları, Barolar ve Tabipler Odaları, sendikalar ve çevre, kadın hakları, LGBTI hakları ve genel olarak insan hakları gibi farklı sektörlerde faaliyet gösteren birçok sivil toplum kuruluşunu ve vatandaş platformları ve sivil toplum katılımını koordine eden, kendiliğinden oluşan başka girişimleri içermiştir. Bu girişimler arasında, ‘‘Taksim Dayanışma Platformu’’ olayların başında en fazla ön plana çıkan ve çoğunlukla en fazla temsil gücü olduğu düşünülen platform olmuştur. Dolayısıyla, Komiser’in selefi, yukarıda bahsi geçen ziyareti sırasında, bu platformun temsilcileriyle de bir araya gelmiştir (başvurucu bu sivil toplum platformunun üyesi değildi).
20. Bu nedenle, her ne kadar bilhassa sivil özgürlüklerin kısıtlandığı algısı başta olmak üzere hükümet politikalarıyla ilgili genel bir hoşnutsuzluk protestocular için eylemlerinin temelinde yatan temalardan birisi olsa da, birçoğu daha önce sivil toplum faaliyetlerine veya gösterilere katılmamıştı ve katılımcılar son derece heterojen bir grup oluşturmaktaydı. Bu bağlam düşünüldüğünde, Komiser Gezi olaylarının tek bir kişi veya kuruluş tarafından organize edildiği tezinin itibar edilebilecek bir tez olmadığı görüşündedir. Ayrıca, İnsan Hakları Komiserliği’nin olaylar üzerinde yürüttüğü kapsamlı inceleme, hiçbir şekilde protestocuların kamu nezdindeki anaakım taleplerinin yasadışı yollardan ve şiddet eylemleriyle hükümeti düşürmek veya Türkiye’nin anayasal düzenini bozmayı da içerecek kadar geniş olduğuna veya bu gösterilerin şiddet kullanarak devletin görevlerini yerine getirmesini engellediğine (bu suç ağırlaştırılmış müebbet cezası ile cezalandırılmaktadır) işaret etmemektedir. Her ne kadar, kuşkusuz birçok kez şiddet eylemlerinde bulunan gruplar gösterilere katılmış ve polis ile yaşanan gerginlikleri artırmış olsa da, mevcut bilgiler protestocuların ezici çoğunluğunun barışçıl bir biçimde gösterilere katıldığını göstermektedir.
21. Gezi olaylarına yetkililerin sert müdahaleleri de damga vurmuştur ve İnsan Hakları Komiserliği’ne, yetkililerin barışçıl göstericiler veya olayları izleyenlere yönelik işledikleri insan hakları ihlallerine dair çok sayıda, önemli kanıtlarla desteklenen ciddi, tutarlı ve inandırıcı iddialar iletilmiştir. Bu iddiaların büyük bir çoğunluğu, Türkiye’de geçmişten bu yana güvenlik güçlerinin cezasız kalma örüntüsü içerisinde, Türkiye’deki yargı tarafından etkili bir biçimde soruşturulmamış, bu da Komiser’in selefinin 2016’da Mahkeme’nin gösteriler sırasında kolluk kuvvetleri tarafından aşırı güç kullanımı ile ilgili genel ve sistemik bir sorun olduğunu tespit eden birçok kararına rağmen, yetkililerin yanıtının bariz bir biçimde yetersiz olduğu sonucuna varmasına neden olmuştur.[15]
22. Ayrıca, yukarıda bahsi geçen 2013 raporunun, gösteriler sırasında şiddet içermeyen eylemlerde bulunan kişi ve gruplara karşı idari ve adli makamlar tarafından misillemeler yapıldığı o dönemden itibaren oluşmaya başlayan bir örüntüye de bir bölüm ayırması kayda değerdir. Raporda, bu yorumu destekleyen çok sayıda tedbir ele alınmıştır. Söz konusu tedbirler arasında, sağlık çalışanları hakkında soruşturmalar, televizyon kanallarına getirilen cezalar, gazetecilerin işlerine hükümet baskısıyla alınmış gibi görünen kararlarla son verilmesi ve meslek kuruluşlarına, akademisyenlere, işletmelere veya sosyal medya kullanıcıları hakkında Gezi olaylarına katıldıkları veya Gezi olaylarını destekledikleri algısı nedeniyle başlatılan işlemler bulunmaktadır. Komiser, bu tür misillemelerin etkilerinin olayların üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra da devam ettiğini ve birçok ilde yüzlerce protestocu hakkında mahkemeler tarafından yasadışı görülen gösterilere katıldıkları için ceza uygulandığını gözlemlemektedir. Komiser, geçtiğimiz haftalarda, olayların üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçtikten sonra birçok ilde birçok kişiye karşı başlatılan veya yeniden canlandırılan davalardan oluşan yeni bir ceza davası dalgasının ortaya çıktığını da kaydetmektedir.
23. Bu bulgular ışığında, Komiser, Türkiye’de yargı kurumlarının Gezi olaylarına yanıtının, hem güvenlik güçlerinin cezasız kalmaları hem de barışçıl gösteri hakkına saygı açısından, uluslararası standartlara ve özellikle de Sözleşme ve Mahkeme’nin içtihadına tamamen aykırı olduğu sonucuna varmıştır. Komiser’ göre, bu seçicilik örüntüsü Türkiye’de yargıda, yürütme temsilcileri ve hükümet yanlısı medya tarafından savunulan, Gezi olaylarını, özellikle bu tür ciddi suçlarda soruşturma ve suç işlendiğinin tespiti için gereken kanıt eşiği ve adil yargılanma ve tarafsızlık standartlarına uyulmaksızın terörist bir girişim olarak gösteren ve olayları hükümete ve Türk devletine yönelik bir uluslararası ve ülke içi komploya bağlayan hakim siyasi argümanların benimsendiğine işaret etmektedir.
24. Komiser, bu dava da dâhil, Gezi olayları ile ilgili yakın zamanda açılan ceza davalarını, Türkiye’deki mercilerin Gezi olaylarından sonra, özellikle olağanüstü hâl döneminde, şiddet içermeyen protestolara karşı halihazırda yetersiz olan hoşgörü düzeyinin daha da düşmesi bağlamında değerlendirmek istemektedir. Başka birçok örneğin yanı sıra, bu azalan hoşgörünün bariz bir örneği Cumartesi Anneleri’nin (1995’ten bu yana her hafta zorla kaybedilmelerle ilgili sessiz oturma eylemi) İstanbul’da 2018 yılının Ağustos ayında 700. haftalık barışçıl protestolarında ve sonrasında yasaklanması ve zorla dağıtılmasıdır.
III. Türkiye’de Yargıda Tutuklamaya Başvurma İle İlgili Genel Sorunlar
25. Komiser, Türkiye’de ceza davalarında tutuklamanın kullanımı ve bunun insan haklarının kullanılması üzerindeki etkilerinin İnsan Hakları Komiserliği ve diğer uluslararası kuruluşlar için uzun süredir varlığını koruyan ciddi bir endişe kaynağı olduğunu vurgulamak istemektedir. 2003 yılında, 15 Ekim 1999 ve 31 Mart 2006 arasında görev yapan İnsan Hakları Komiseri Alvaro Gil-Robles, Türkiye raporunda, savcılık makamlarının, soruşturmalara, aramalara ve hüküm olmadığında dahi tutuklamalara neden olan işlemlerinin yargısal tacizle sonuçlanabileceğine dair endişelerini dile getirmiştir.[16] Türkiye’de tutuklamaların yanlış kullanımı daha sonra göreve gelen Komiserler tarafından da kapsamlı bir biçimde ele alınmıştır. Elde ettikleri bulgular, Türkiye’de yargı uygulamalarında, kişilerin erken aşamada yakalanmaları, yeterince gerekçelendirilmemiş tutuklu yargılama kararları, tutukluluk halinin devamına ilişkin kararlarda inceleme süreçlerinde ciddi eksiklikler de dâhil çeşitli alanlarda uluslararası ve Avrupa insan hakları standartlarından sapmalar içeren tutarlı bir örüntü olduğunu göstermektedir.
26. Savcıların yakalamalarla ilgili uygulamaları konusunda, Komiser’in selefi 2012 yılının Ocak ayında yayımlanan bir raporda, aralarında savcıların ‘‘mesnetsiz davalar da dâhil yargılamanın başlatılması konusunda kendilerini pek kısıtlamıyor’’ gibi göründükleri ve ‘‘şüpheli kişilerin yakalanmasının soruşturmanın çok erken aşamalarında’’ gerçekleşmesinin ‘‘şüphelilerin iddianameleri bile hazırlanmadan uzun süre tutuklu kalmalarına yol açan nedenlerden birisi’’ olması gibi bir dizi sorunlu uygulamanın altını çizmiştir. Ayrıca, Türk savcıların ‘‘sağlam şüpheler oluşturmak üzere kanıt toplamak yerine, şüpheli kişilerin yakalanmasından kanıta doğru ilerlemek gibi köklü bir alışkanlıkları olduğunu’’ belirtmiş ve çoğunlukla kanıt toplama işleminin iddianamenin hazırlanmasından sonra dahi devam ettiğini belirtmiştir. Bu sebeple ‘‘tutuklamalarla sonuçlanan operasyonlara başlamadan önce kolluk kuvvetleri ve savcıların, tutuklama gereğini meşrulaştıran kanıtlar dâhil, bütün geçerli kanıtları mümkün olduğu ölçüde bir araya getirmelerini’’ tavsiye etmiştir. [17] Komiser bu endişelerin hala geçerliğini koruduğunu düşünmektedir.
27. Yargının genel olarak kişilerin tutuklanmasına yaklaşımı konusunda, aynı raporda bir bölümün tamamı tutuklu kalma yöntemine aşırı derecede başvurulması ve tutukluluk halinin uzunluğuna ayrılmış olup, tutukluluk kararlarının gerekçelendirilmesi ile ilgili eksiklikler ve özellikle tutukluluk halinin devamıyla ilgili kararların otomatik verilmesi; tutuklama dışı yöntemlere başvurulmaması; şüpheli kişilerin tutuklu kaldıkları sürenin uzunluğu nedeniyle tutukluluk halinin bir çeşit ‘‘tutukluluk yoluyla hapis’’ haline dönüşmesi ve etkili bir iç hukuk yolunun olmaması gibi etkenlerden kaynaklanan ciddi eksikliklerin altını çizmiştir.[18]
28. Komiser, İnsan Hakları Komiserliği’nin daha yakın zamanda yaptığı çalışmaların, bariz bir biçimde, Türkiye’de yargıda tutuklamalar ile ilgili mevcut uygulamada, ceza hukuku usulü ile ilgili getirilen birçok mevzuat değişikliğine rağmen, 2011’de incelenen duruma göre herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini göstermektedir. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru usulünün getirilmesinden hemen sonraki dönem ve Anayasa Mahkemesi’nin ilerici kararları gelecekte iyileşmelerin olabilme ihtimalini doğurmuş olsa da, mevcut durum tutuklamalar konusunda gittikçe artan sayıda alt mahkemenin Anayasa Mahkemesi’nin Sözleşme’yle daha uyumlu olan içtihadına direnç göstermesinin sonucudur. (ayrıca bkz. IV. Bölüm).
29. Komiser, halihazırda Mahkeme’ye gelen çok sayıda derdest davaya ve selefinin bu davalardan bazılarıyla ilgili yazdığı raporlara dikkat çekmektedir. Komiser, selefinin Türkiye’de ifade özgürlüğü ve gazetecilerin özgürlük haklarına ilişkin davalarla ilgili yazılarında belirttiği gözlemlerinin[19] kimi durumlarda başvurucu da dâhil insan hakları savunucularına karşı devam eden ceza davalarında geçerli olduğunu düşünmektedir. Kişilerin yakalanması ve ilk tutuklama konusunda, söz konusu gözlemler arasında şunlar yer almaktadır:
- Şüphelilerin yakalanması, ilk ve devam eden tutukluluk hallerinin güvenilir olmayan, geçerli kanıtlarla desteklenmemiş suçlamalara dayandığı davaların sayısının yüksek olması ve bu yüzden Mahkeme’nin içtihadında yer alan anlamıyla makul şüphe oluşturulamaması (söz konusu davalarda suçların ciddiyeti göz önünde bulundurulduğunda salt gazetecilik faaliyeti dışında somut kanıtlara atıfta bulunulmamış olması özellikle çarpıcıdır);
- Makul şüphe olan hallerde bile, özgürlükten mahrum bırakma kararının ilgili ve yeterli bir biçimde gerekçelendirilememesi;
- Sulh ceza hâkimlerinin, dosyanın spesifik özellikleriyle ilgili ayrıntılı analiz ve gerekçelendirme olmaksızın verdikleri tutuklama kararlarının basmakalıp, kalıplaşmış ve soyut doğası;
- ‘‘Katalog suçlar’’ adı verilen, hala Türkiye’nin hukuk düzeninin bir parçası olan ve salt savcının isnat ettiği suçun türüne dayanan, tutuklama lehinde bir hukuki varsayıma neden olan ve neredeyse otomatik bir biçimde tutuklamayla sonuçlanan suçlarla ilgili sorunlar.
30. Komiser, ayrıca, ifade özgürlüğü hakkının uygulanması bağlamında haksız yakalamaların ve tutuklamaların, Mahkeme’nin kararlarının Bakanlar Komitesi tarafından uygulanmasının denetiminin önemli bir bileşeni olduğunu ve Mahkeme’nin Türk makamlarına devamlı bir biçimde Mahkeme’nin kararlarına uyulmasının sağlanmasına yönelik gerekli genel tedbirleri alma çağrısında bulunduğunu kaydetmektedir. Kısa süre önce, 2018 yılının Eylül ayında, Türkiye’ye ‘‘şiddete veya nefrete teşvik etmeyen görüşlerini ifade ettikleri için bireyler hakkında ceza davası açılmaması ve özellikle bu bireylerin tutuklanmamaları için ilgili mevzuatın ve özellikle Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nun geniş yorumlanmasını engellemeye yönelik daha somut ve sonuç odaklı tedbirleri hızlı bir biçimde alma’’ çağrısında bulunulmuştur.[20] Komiser, ceza hukuku hükümlerinin fazla geniş yorumlanması, ceza davalarının herhangi bir kısıt olmaksızın açılması ve ilk tutuklama kararlarında gerekçelendirmedeki eksiklikleri içeren örüntünün Türk yargısının sivil toplum aktivistleri ve insan hakları savunucularının çalışmalarına olan yaklaşımında da mevcut olduğu düşüncesindedir.
31. Devam eden tutukluğun yargı denetimi hakkında, Komiser; selefi ve Venedik Komisyonu tarafından eleştirilmiş olan sulh hâkimleri arasındaki yatay temyiz sisteminin[21], yeterli gerekçelendirme olmaksızın ve kalıplaşmış sebeplerin listelenmesiyle, serbest bırakılma taleplerinin neredeyse otomatik şekilde reddedildiği kapalı bir sistem yarattığını gözlemlemektedir. Bu sorun, tüm alt ceza mahkemeleri için daha da belirgin hale gelmiş gibi görünmektedir; Mahkeme de yakın zaman önce almış olduğu bir kararda benzer bir sonuca ulaşmıştır.[22]
32. Komiser, ayrıca, yukarıda sözü edilen, şüphelilerin, devam eden tutukluklarına karşı kendilerini savunma kabiliyetlerini ciddi şekilde kısıtlayan biçimde, soruşturma dosyalarına erişiminin engellenmesiyle silahların eşitliği ilkesinin rutin olarak zayıflatıldığına dair, Mahkeme’ye sunulmuş yazılı görüşlerde belirtilen gözlemlere de atıfta bulunmak istemektedir. Komiser, sözgelimi, çok önemli tanık ifadeleri dâhil olmak üzere, soruşturma dosyasına erişimin engellemesi yönündeki kararların (bu sebeple, bu ifadelerin inanılırlığına da karşı çıkılamamaktadır), hayli basmakalıp formüllere dayalı olarak, neredeyse işin doğasıymış gibi alındığını ifade etmektedir. Komiser’e rapor edilen özellikle endişe verici bir husus, bilhassa mevcut dava gibi siyasi ilgi çeken davalarda, kısıtlama kararlarına rağmen, sorgulama dosyasındaki bilgilerin hükümet yanlısı medyada şüphelilere karşı karalama kampanyalarında sıkça kullanılıyor gibi görünmesidir.[23] Komiser’e göre, bu durum, bu kararların ardındaki niyetin, soruşturmanın bütünlüğünün korunmasından ziyade şüphelilerin savunma haklarının kısıtlanması olduğuna dair bir emare olabilir. Başvurucunun durumu, bu daha genel sorunun bilhassa çarpıcı bir tezahürüdür: Yakalanma tarihinde halihazırda dört seneden fazla süredir devam eden ve iddiaya göre 2013’te işlenmiş eylemlerle ilgili bir soruşturma için soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması daha da sorunludur.
IV. Ceza adalet sistemindeki genel sorunlar ve Anayasa Mahkemesi’nin tutuklukları denetlemesinin etkililiği
33. Komiser, tutukluluk meselesinin, aynı zamanda, Türk ceza adalet sistemini bir bütün olarak etkileyen ve, yargılama sürecinde dâhil olmak üzere, özellikle özgürlükten yoksun bırakılmayla ilişkili husus ve uygulamalarda ortaya çıkan ciddi sorunlar bağlamında değerlendirilmesinin uygun olduğunu düşünmektedir. Bu sorunlardan biri iddianamelerle ilgilidir: Selef Komiser, savcıların uygulamalarına dair iddianame sorununa değinmiş ve sıklıkla, “iddia edildiğine göre, bazı durumlarda, söz konusu suçla pek az ilgisi olan pek çok gizlice dinlenmiş telefon konuşmasının uzun, ilgili ve ilgisiz kısımları arasında ayrım yapılmaksızın transkript haline getirilmiş kanıt derlemeleriyle sınırlı olan” iddianamelerin, özellikle de terör ve organize suça ilişkin davalarda fazlasıyla uzun olması ve bazen binlerce sayfaya ulaşmasına dair endişelerini ifade etmiştir. Selef Komiser, savcıların kanıtları süzmek ve değerlendirmek için gerekli nitelik ve kaynakları haiz olması gerektiği ve “temel kanıtları suçlamaya bağlayan hukuki çözümleme içeren yüksek nitelikli iddianameler” hazırlamalarını tavsiye etmiştir.[24]
34. Komiser, yalnızca soruşturma açısından ilgili kişilerle temaslar dâhil, Sözleşme altında korunması gereken açıklama veya eylemleri sıklıkla “kanıt” olarak listeleyerek, nitelik yerine niceliğe önem atfetme sorununun devam ettiğini düşünmektedir. Bu durum, daha yakın tarihli olarak, örneğin, temelinde gazetenin yayın çizgisinin suçlama konusu edildiği, Cumhuriyet gazetesiyle çalışan birçok kişinin hükmüyle sonuçlanan iddianamede de görülmüştür.
35. Komiser’e göre, bu mesele, Türk yargısının tavır ve uygulamalarındaki daha genel ve kökleşmiş bir sorunla bağlantılıdır. Selef Komiser, 2012 tarihli raporunda dahi, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele mevzuatının yargı makamlarının, yalnızca, bir terör örgütünün amaçları veya bir terör örgütü tarafından verildiği iddia edilen talimatlarla örtüştüğünü değerlendirdiği eylem veya açıklamaları cezalandırmak amacıyla kullanılmasına (söz konusu örgüte üyeliği kanıtlayacak hiçbir maddi kanıt olmamasına rağmen) dair derin endişelerini dile getirmiştir. Kendisi, bu sorun ve hâkim ve savcıların kökleşmiş devlet merkezli tavırları arasında bir bağlantı kurmuş ve hâkim ve savcıların Mahkeme’nin, bilhassa terör eylemleri ve düşünce, ifade, dernek kurma ve toplanma özgürlüğü hakları altındaki eylemler arasındaki sınıra ilişkin içtihadına duyarlılaştırılmasına yönelik ciddi çaba gösterilmesini tavsiye etmiştir.[25]
36. Komiserliğin yürüttüğü çalışma, söz konusu örüntünün, bu rapor sonrasında da devam ettiğini ve olağanüstü hâl döneminde ciddi anlamda pekiştiğini açıkça göstermektedir. Yukarıda bahsi geçen Ekim 2017’de Mahkeme’ye sunulan yazılı görüş, yargı bağımsızlığının 2013 yılından başlayarak zedelenmesinin ve olağanüstü hâl döneminde ciddi anlamda kötüye gitmesinin, Türk yargısı içerisinde genel bir korku iklimi yarattığı gözlemlerini içermektedir. Bahsi geçen dönemde, neredeyse her dört yargı mensubundan birinin herhangi bir bireysel gerekçelendirme yapılmaksızın mesleğinden ihraç edilmiş olması (ve sonrasında bir çoğunun tutuklanmış olması); yürütme makamının yargı makamlarının değerlendirmelerine doğrudan ya da dolaylı olarak müdahele ettiğine kuvvetle işaret eden bir takım olayların vuku bulmuş olması; yargının bağımsızlığını ciddi anlamda sınırlandıran anayasa değişikliklerinin yapılmış olması[26] gerçeklerini kaydederek, Selef Komiser, görevde kalan hâkim ve savıcıların devlet odaklı bir yaklaşıma geri döndüklerini ve bu şekilde geçmişte elde edilen kazanımların zarar gördüğünü ileri sürmüştür.[27]
37. Komiser, başvurucu da dâhil olmak üzere, sivil toplum ve insan hakları savunucuları üzerindeki yargı baskısının, yukarıda belirtilen aynı genel örüntüden kaynaklandığını düşünmektedir. Türk yargısı, sıklıkla, insan hakları savunucularını devletin düşmanları ya da terör örgütü sempatizanları olarak resmeden ve savunucuları hem kişisel hem de bir grup olarak hedef alan siyasetin en üst düzeyindeki genel söylemi temel alarak, devlete karşı tehdit olarak algıladığı davalarda endişe verici bir yaklaşım içerisinde hareket etmeye hazır gibi görünmektedir. Bu gibi davalarda, savcıların ve mahkemelerin, herhangi bir kanıt toplamaksızın ya da mevcut kanıtları incelemeksizin, kanıttan suça gitmek yerine, öncelikle şüpheli aleyhinde bir suç işleme saiki ya da farz edilen bir kasıt şüphesi ortaya koydukları görülmektedir. Bu yaklaşım soruşturma, yakalama, tutuklama dâhil ceza kovuşturma sürecinin her bir aşamasında kendini göstermekte olup, bilhassa, mahkûmiyet ve ceza verme aşamasında daha da güçlenmektedir.
38. Bu durum da, Sözleşme tarafından koruma altına alınmış olan açıklamalar ve eylemler de dâhil olmak üzere, demokratik bir toplumda yasal olarak değerledirilmesi gereken eylemlerin, ispat kuvvetini haiz dolaylı kanıt şeklinde yeniden yorumlanarak çok ciddi cürümlerin işlendiğinin kanıtı olarak kullanılmasına yol açmaktadır; ve bu şekilde yasal belirliliğe zarar vererek yukarıda tanımlanan caydırıcı etkiyi pekiştirmektedir. Komiser’e göre, bu durum, hiçbir maddi kanıtın kişinin masumiyetini kanıtlamasına imkân vermediği bir niyet sorgulaması ve mahkûmiyeti ile sonlanma riski taşımaktadır.
39. Komiser, tutukluluk davalarında, bir hukuk yolu olarak, Türkiye Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruların etkililiği sorusunu, bu genel tablo bağlamında ele almaktadır. Komiser, bireysel başvuruların etkililiğine şüphe düşüren bir takım bağlamsal hususları, bilhassa ‘‘hızlılık’’ hususunu incelemektedir. Gazetecilerin ve milletvekillerinin tutukluluklarına dair Mahkeme’ye sunulan iki ayrı yazılı görüşte, Selef Komiser, durumun aciliyetine ve çok sayıda insan hakkının risk altında olmasına rağmen, yapılan başvuruların incelenmesinde uzun süren gecikmeler olduğunu gözlemlemiştir. Komiser, yukarıda belirtilen koşullar altında, bilhassa, itham edilen suçların ciddiyeti ile söz konusu eylemlerin şiddetsiz niteliği arasındaki apaçık bağlantısızlık ve bu davanın Türkiye sivil toplumu üzerinde devam eden derin ve caydırıcı etkisi dikkate alındığında, mevcut görüşün yazıldığı an itibariyle, neredeyse bir yıllık bir gecikme yaşanmış olmasının ‘’hızlılık’’ olarak değerlendirilemeyeceği düşüncesindedir.
40. Komiser, Anayasa Mahkemesi’nin Mehmet Altan ve Şahin Alpay davalarındaki Ocak 2018 tarihli kararlarını, Anayasa Mahkemesi’ne gelen bu davalarda yaşanan gecikmenin o dönem Türkiye’de süregelen olağanüstü durumlardan dolayı Avrupa Mahkemesi tarafından hak ihlali olarak değerlendirilmediğini de not düşerek, kaydetmekle birlikte; o zamandan beri, İnsan Hakları Komiserliği’nin bu davalarla aynı dönemde Anayasa Mahkemesi’ne yazılı gözlemlerini sunmuş olduğu diğer pek çok başvurucu ve dava ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi tarafından herhangi bir kararın alınmadığını gözlemlemektedir. Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi istatistiklerinin, mahkemenin Eylül 2012 ve Eylül 2018 arasında kişilerin özgürlük ve güvenlik hakları ile ilgili olarak 15976 başvuru almış olduğunu, aynı dönemde bu hakların ihlal edildiği tespitini yapan 104 karar aldığını göstermesi kayda değerdir.[28]
41. Komiser, ayrıca, Mehmet Altan’ın, alt mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararına uymamış olması ve Anayasa Mahkemesi’nin yetkisine açık bir biçimde meydan okumuş olması sebebiyle, Anayasa Mahkemesi kararının ardından ancak beş aydan uzun bir süre sonra tahliye edildiğini not düşmektedir. Dahası, Mehmet Altan, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa Mahkemesi tarafından ilk tutuklama için dahi yeterli görülmeyen kanıtlar temel alınmak suretiyle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır ve bu hüküm sonrasında temyiz sürecinde de kabul edilmiştir. Komiser, bu süreç boyunca, alt mahkemelerin hâkimlerinin bu yaklaşımlarında, siyasetin en üst düzeyinde tutarlı bir şekilde sürdürülen söylemden cesaret aldığını ve bu durumun Selef Komiser tarafından Mahkeme’ye iletilmiş olan diğer davalarla ilgili endişelere de ayna tuttuğunu belirtmektedir.[29]
42. Komiser’e göre, yukarıda ayrıntılı bir şekilde ele alınan değerlendirmeler, Türkiye’deki alt mahkemelerin kasıtlı bir şekilde, Anayasa Mahkemesi’nin tutukluluk davaları ile ilgili aldığı karar ve açık ve net içtihatların ruhunu görmezden gelmeye ve riayetsizliğe devam ettiğinin bir göstergesidir; ve üst mahkeme kararlarının alt mahkeme kararlarını kesin ve kati bir şekilde bağlamasını gerektiren hukukun üstünlüğü ilkesine ciddi bir darbe indirildiği anlamına gelmektedir. Bu da, Anayasa Mahkemesi’ni tutukluluk halleri ile ilgili kararlarda bir temyiz mahkemesi gibi hareket etmekle sınırlayan, Anayasa Mahkemesi’nden yerine getirmesi beklenemeyecek bir role ve duruma yol açmaktadır. Bu durum, bireysel başvuru usulünün ruhuna aykıdırır ve bir iç hukuk yolu olan Anayasa Mahkemesi’nin bir bütün olarak etkililiğine zarar vermektedir.
43. Söz konusu sorunun sistemik niteliği dikkate alındığında, Anayasa Mahkemesi’nin dosya yükünün azalacağını beklemek mümkün görünmemektedir. Savcıların ve alt mahkemelerin söz konusu içtihatlara daha iyi uyum sağlamasını garanti altına alacak geniş kapsamlı genel tedbirlerin mevcut olmadığı bir durumda da, makul olmayan gecikmeler yaşanması kaçınılmaz hale gelmektedir. Komiser, bu durumun, Türkiye ile ilgili Mahkeme kararlarının uygulanmasının denetimi süreci açısından da büyük bir endişe kaynağı olduğunu ve Bakanlar Komitesi’nin ‘‘ilgili makamları, savcıların ve alt istinaf mahkemelerinin, Avrupa Mahkemesi’nin fikir yürütme biçimini takip eden ve yasal bağlayıcılığına haiz olan Anayasa Mahkemesi içtihatlarını, tutarlı bir şekilde uygulamasını sağlamaya yönelik daha fazla ve kapsamlı eğitim tedbirini uygulamaya geçirmeye davet etmiş olduğunu’’ kaydetmektedir.[30]
Varılan Sonuçlar
44. Komiser, başvurucunun yakalanmasını ve ilk ve devam eden tutukluluk halini, Türkiye’de sivil toplum aktivistleri ve insan hakları savunucularının meşru faaliyetlerine karşı giderek artan missillemeyi de içeren genel örüntünün bir parçası olarak görmektedir. Bu durum, aynı zamanda, üzerinden beş yıldan fazla zaman geçmiş olan Gezi olaylarını gayri meşrulaştıran ve geriye dönük olarak kriminalize eden ve buna bağlı olarak, insanları barışçıl toplanma özgürlüğü ve hakkını Türkiye hükümeti politikalarını protesto etmek amacıyla kullanmaktan caydırmak isteyen bir iradenin mevcut olduğunun göstergesidir.
45. Komiser, bilhassa, aşağıdaki noktaların altını çizmektedir:
- Başvurucunun, on yılları kapsayan ve geniş bir yelpazedeki sivil toplum ve insan hakları faaliyetleri sebebiyle yakalanması ve tutuklanması son derece semboliktir ve Türkiye’deki sivil toplum ve insan hakları savunucuları üzerinde derin ve caydırıcı bir etki yaratmıştır;
- Söz konusu ceza davasının arkasında Gezi olaylarının olduğuna dair varsayımlar, bu gösterilere barışçıl yollarla katılmış çok sayıda kişi için bir korku iklimi yaratılmasına ve ülkede barışçıl toplanma hakkı kullanımının caydırılmasına olanak veren bir ortam sunmaktadır;
- Mahkeme içtihatlarında da sistematik olarak tasdik edildiği üzere, ilk ve devam eden tutukluluk halini emrederken, makul şüpheyi oluşturmaya yeterli şekilde güvenilir kanıta atıfta bulunmaksızın ve davanın maddi gerçekleri ile şüphelinin kendine özgü bireysel koşullarını ele almaksızın eksik gerekçelendirme yapılması da dâhil olmak üzere, Türk yargısının tutukluluk haline başvurma uygulamasına ilişkin çeşitli sorunlar devam etmektedir. ‘‘Katalog suçlar’’ ile yaratılan yasal karine bu sorunları daha da derinleştirmeye devam etmektedir;
- Savcılar, rutin bir şekilde, soruşturma dosyasında yeterli kanıt olmaksızın, şüphelilerin yakalanmasını ve tutuklanmasını emretmekte ve şüphelilerle ilgili iddianamelerin hazırlanma sürecinde çok fazla zaman harcayarak şüphelileri özgürlüklerinden mahrum bırakmaktadır; bu durum başlı başına keyfî bir ceza verme halini almakta ve yukarıda belirtilen caydırıcı etkiye katkı sunmaktadır;
- Sadece insan hakları savunucularını değil, aynı zamanda gazetecileri, akademisyenleri ve milletvekillerini hedef alan çeşitli yargı eylemleri, bilhassa, iktidardaki siyasetçiler tarafından bu yönde açık bir cesaretlendirmenin yapıldığı durumlar, ceza kanun ve usullerinin mevcut durumda yargı tarafından muhalif sesleri susturmak amacıyla kullanıldığına işaret etmektedir. Bu duruma, aleyhte geliştirilen şüpheli saikler ve bilhassa Sözleşme tarafından koruma altına alınmış şiddet içermeyen açıklama ve eylemlerin gelişigüzel bir derlemesinin ‘‘kanıt’’ olarak kullanılması eşlik etmektedir;
- Temmuz 2018’de olağanüstü hâlin kaldırılmış olmasının ardından, Türk yargısının uygulamasında halihazırda herhangi bir ciddi iyileşme emaresi görülmemektedir;
- Türkiye Anayasa Mahkemesi’nin tutukluluk hallerinin hukuka uygunluğunu inceleme sürecini etkileyen sistematik gecikmeler, bu davalarda bireysel başvuru usulünün etkililiğine dair ciddi kuşkulara yol açmaktadır. Komiser, alt mahkemelerin sistematik bir şekilde içtihaları göz ardı ettiği ve buna teşvik edildiği bir ortamda, Anayasa Mahkemesi’nin tüm tutukluluk davalarında bir temyiz mahkemesi olarak hareket etme kapasitesinin olmadığı ve böyle bir rol üstlenmemesi gerektiğini düşüncesindedir.
46. Bu bağlamda, Komiser, soruşturma dosyalarına rutin olarak getirilen kısıtlamalar da dâhil olmak üzere, ilk ve devam eden tutukluluk hali ile Sözleşme tarafından meşru amaçlar olarak tanımlanan durumlardan herhangi biri arasında bir bağlantı kuramamaktadır.
[1] 7 Mayıs 1999’da Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilmiş Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserine ilişkin Karar (99)50.
[2] 6 Şubat 2008’de kabul edilmiş olan, Avrupa Konseyi’nin insan hakları savunucularının korunmasını iyileştirme ve faaliyetlerini teşvik etme yönündeki eylemlerine dair Bakanlar Komitesi Bildirgesi.
[3] Örn., bkz. Türkiye’ye yönelik izleme prosedürünü yeniden başlatan, Türkiye’deki demokratik kurumların işleyişine dair 25 Nisan 2017 tarih 2156(2017) sayılı AKPM Kararı, paragraf 26-27.
[4] Örn., bkz. üç BM Özel Raportörü ve bir Başkan-Raportör tarafından 14 Temmuz 2017 tarihinde yapılmış ortak açıklama.
[5] Türkiye’nin güneydoğusundaki terörle mücadele operasyonlarnın insan hakları üzerindeki etkilerine dair memorandum, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, CommDH(2016)39, 2 Aralık 2016, paragraf 69-70.
[6] Türkiye’de olağanüstü hâl altında alınan tedbirlerin insan hakları üzerindeki etkilerine dair memorandum, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, CommDH(2016)35, 7 Ekim 2016, paragraf 35-39.
[7] Türkiye’de ifade özgürlüğü ve medya özgürlüğüne dair memorandum, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, CommDH(2017)5, 15 Şubat 2017, paragraf 65.
[8] Abdullah Kaplan / Türkiye ve diğer bazı davalarda Üçüncü Taraf Müdahilliği, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, 25 Nisan 2017, CommDH(2017)13, paragraf 37ff., sonuçlar.
[9] Açıklama, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, 18 Mayıs 2017.
[10] Açıklama, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, 10 Haziran 2017.
[11] Facebook gönderisi, Nils Muižnieks, İnsan Hakları Komiseri, 18 Ekim 2017.
[12] Selahattin Demirtaş / Türkiye (No. 2), 20 Kasım 2018 tarihli karar (nihai değil), paragraf 271-274.
[13] Açıklama, Dunja Mijatović, İnsan Hakları Komiseri, 20 Kasım 2018.
[14] İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks’in 1-5 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleşen Türkiye ziyaretinin ardından yayımlanan raporu CommDH(2013)24, 26 Kasım 2013.
[15] CommDH(2016)39, a.e., 86. paragraf.
[16]İnsan Hakları Komiseri Alvaro Gil-Robles’in Türkiye ziyareti ile ilgili raporu, CommDH (2003)15, 19 Aralık 2003, 44-45. paragraflar.
[17]İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in 10-14 Ekim 2011 tarihlerinde gerçekleşen Türkiye ziyareti sonrasında hazırladığı rapor: Adalet Yönetimi, CommDH(2012)2, 10 Ocak 2012, 22 ve 23. paragraflar.
[18] Aynı yerde, 27. ile 43. paragraflar arası.
[19] Ahmet Hüsrev Altan –Türkiye ve diğerleri davasında İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks tarafından hazırlanan 10 Ekim 2017 tarihli Üçüncü Taraf Müdahiliği, CommDH(2017)29.
[20] Bakan Yardımcılarının 1324. Toplantılarında alınan Karar, 18-20 Eylül 2018 (DH).
[21] Venedik Komisyonu’nun sulh ceza hâkimliklerinin görevleri, yetkileri ve işleyişine dair 852/2016 saylı Görüşü, CDL-AD(2017)004, 13 Mart 2017.
[22] Selahattin Demirtaş / Türkiye (No. 2), 20 Kasım 2018 tarihli karar (nihai değil), paragraf 193-194.
[23] Yakın zamanlı örnekler için, bkz. 8 Kasım, 21 Kasım ve 26 Kasım 2018 tarihli haberler.
[24] CommDH(2012)2, a.g.e., paragraf 24.
[25] aynı eserde, paragraf 150.
[26] Örn., bkz. GRECO Türkiye Uyum Raporu, GrecoRC4(2017)16, 18 Ekim 2017, paragraf 116.
[27] CommDH(2017)29, a.g.e., paragraf 38-42.
[28] Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin internet sitesi üzerinden erişilen resmi istatistikler
[29] CommDH(2017)29, a.g.e, paragraf 42.
[30] Bakan Yardımcılarının 1324. Toplantılarında alınan Karar , 18-20 Eylül 2018 (DH).