*Osman Kavala'nın 31.12.2018 tarihinde Diken'de yayınlanan yazısı
Yargının önceliği insan özgürlüğüne saygı olmalı
Osman Kavala, 31/12/2018
Birkaç gün sonra Silivri’de ikinci yılbaşını geçirmiş olacağım. Yılbaşı öncesi, geçen yılın muhasebesini yapmak ve yeni yılla ilgili kararlar almak adettendir. 2018’in tamamını odamda geçirmiş olduğumdan ve önümüzdeki yıl ne zaman normal hayatıma döneceğimi bilemediğimden, burada bunları yapamıyorum. Ancak, odamda tek başıma kalmanın yarattığı sükunet ortamı, daha uzun zaman kesitleri için, böyle bir bilanço ve hayat planı yapmaya uygun. Gözaltına alındığım zaman 60’ncı yaşımı tamamlamıştım; geçen yılların bir hesabını yapsam diyordum…
İddianamemin hazırlanmamış olması belirsizlik yaratıyor, ama iddianamenin yokluğunda başıma gelenle kafamı fazla meşgul etmemeye çalışıyorum; kendimi sanki inzivaya çekilmiş gibi hissetmeye gayret ediyorum. Gene de, cezaevi ortamında, bir kısmını tanıdığım tutuklu ve hükümlüleri görmek, hastaneye gidiş gelişlerde tanımadıklarımın hikayelerini dinlemek, insanları mağdur eden bu sistemin nasıl çalıştığını, ağır suçlamaların, tutuklama kararlarının, müebbet hapis cezalarının nasıl bu kadar kolay verildiğini daha fazla merak etmeme neden oluyor.
Yargıdaki vahim sorunlar ve bunların nedenleri çeşitli vesilelerle dile getirildi. Orhan Gazi Ertekin, Cumhuriyet’te 5 Nisan 2018 tarihinde yayınlanan yazısında, ‘herkesin bir gün ‘terörist’ olarak kolaylıkla yargılanabileceğini tuhaf bir ‘terör hukuku’ uygulamasının bir ‘kara delik’ haline gelmiş olduğunu’ söylemişti.
Taha Akyol, 4 Temmuz 2018 tarihli Hürriyet’te çıkan yazısında -ne yazık ki artık Hürriyet’te yazamıyor- Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın tahliyeleri yönündeki kararlarına mahkemelerin uymamasını eleştirirken, haksız tutuklanan yazar ve gazetecilerin örneğinde olduğu gibi tutuksuz yargılama gerektiren pek çok dosya olduğunu belirtmiş, “Artık yargı da OHAL psikolojisinden çıkmalı” çağrısını yapmıştı.
Ahmet Taşgetiren, 11 Aralık 2018 tarihinde Karar’da yayınlanan yazısında, Prof. Dr. Kemal Gözler’in, hukuk dışı faktörlerin davalarda uygulanacak normlarla ilgili hukuk bilgisini değersizleştirdiği kanaatinde olduğunu aktarmış, Gözler’in “Hiçbir yorum teorisi, hakimler üzerinde siyasal çevrelerden aldıkları sinyallerin yarattığı etkinin yarısı kadar bile etki yaratmıyor” şeklindeki sözlerini alıntılamıştı. Taşgetiren, “normun işlemediği yerde başka şeyler işliyor demektir. O zaman da normun anlamı kalmaz. Bir şekilde gücü yetenin hukuku geçerli olur” uyarısında bulunmuştu.
Terör suçu ve kavramının genişletilmesi, OHAL psikolojisi ve siyasi çevrelerden gelen sinyaller gibi unsurların yanı sıra, siyasi davaların on yılı aşkın bir süredir yargıyı meşgul ediyor olmasının da normların erozyona uğramasının önemli bir nedeni olduğu düşünülebilir. Siyasi davalardan kastettiğim, belli bir siyasi gücün tasfiyesine, etkisiz kılınmasına hizmet eden, bu işlevi de gören davalar. Yargı bağımsızlığının güçlü olmadığı durumlarda ve dönemlerde, siyasi davalar hukuk normlarına uymayan tavır ve davranışlar için uygun bir iklim yaratıyor. Çatışmalı iktidar mücadelelerinden sonra başa gelenlerin, önceki dönemde iktidarda olanları yargılamaları ile iktidarı ele geçirmek için düzenlenen komplolarla ilgili davalar önemli siyasi dava örnekleri. Devri sabık yaratıldığında, siyasi sorumluluk temel suçluluk kriterleri olarak değerlendirildiğinden genellikle en yetkili kişiler, en ağır cezalara çarptırılabiliyor. Yassıada mahkemeleri, bu tür davaların ve bu davalardaki hukuksuzluğun çarpıcı bir örneği. Yeni iktidar olanların toplumdan aldığı destek, iktidar değişikliğinin istikrarı, bu davaların kapsamını belirleyen faktörler.
Komplolara karşı yürütülen davaların farklı çeşitleri oluyor. İktidardakilere karşı düzenlenen komploların bir kısmı teşebbüs safhasında kaldığı için, bunlarla ilgili davalar daha karmaşık süreçler izleyebiliyor. Devri sabık dönemlerinde kimlerin yetkili olduğu alenen bilindiği halde, hazırlık aşamasındaki komplolar gizlilik içinde yürütülmüş olduklarından, bunlara karışanların ortaya çıkartılması yargıya verilen ilave bir görev haline geliyor. İktidardakilerin muhalifleri tasfiye etmek için bu tür davaları kullanmaları da, sık rastlanan bir olgu. Bu tür davalarla ilgili en çarpıcı örnek, Stalin döneminde yürütülenler. O dönemde Sovyetler Birliği’ndeki anlayışa göre, aralarında amaç birliği tespit edildiğinde, birbirlerini tanımayan, aralarında örgüt bağı olmayan insanların aynı komplonun içinde oldukları kabul edilebiliyor ve her biri diğerinin fiilinden sorumlu tutulabiliyordu.
1926 yılında Atatürk’e karşı İzmir’de düzenlenmesi planlanan suikastın failleri İttihat ve Terakki Teşkilatı’ndandı. Ancak bu eylemin İttihat ve Terakki Teşkilatı içerisinde hangi düzeyde planlanmış olduğu ve kişisel sorumlulukların ne olup ne olmadığı tartışmalı bir konu. Özellikle Osmanlı Maliye Nazırı Cavid Bey gibi saygın bir siyasetçinin suikast ile ilişkilendirilerek idama mahkum edilmesi, yargılamanın siyasi bir dava niteliğine dönüştüğü yönündeki görüşlerin güçlenmesine neden olmuştur.
Son yıllarda ülkemizde yürütülen iki büyük siyasi dava, Ergenekon ve Balyoz davalarıdır. Her ikisinin arkasındaki irade, o dönemde iktidara yakın olan bir oluşumdan kaynaklanmıştı. Bu davalarda darbe teşebbüsü suçlaması, iktidardan destek almak ve tasfiyeleri meşrulaştırmak için kullanıldı. Balyoz ve Ergenekon davalarında, suçsuz insanların suçla ilişkilendirilmelerine ve cezalandırılmalarına yol açan kurgunun özellikleri daha yeni ortaya çıktığı sırada, Türkiye gerçek bir darbe teşebbüsü yaşadı. Ülkemizde gerçekleşmiş olan önceki darbelerden farklı olarak, bu teşebbüsün motor gücü ordu hiyerarşisi değil, ana gövdesi ve beyni ordu dışında olan bir örgütlenmeydi. Bu örgütlenmenin özellikleri, yargının karşı karşıya kaldığı sorunu daha karmaşık bir hale getirdi. Ergenekon ve Balyoz davalarından çıkan dersleri henüz içselleştirmemiş durumdaki yargı, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılanları tespit etme ve cezalandırma görevini üstlenmek durumunda kaldı.
Darbe teşebbüsünde rol oynayanların önemli kısmının ilişkili oldukları Fethullah Gülen çevresindeki örgütlenme ve yapılanmalar, uzun süre güçlü bir meşruluğa sahip olarak gelişmişti. Sivil toplum ve iş çevrelerindeki örgütlenmelerin yanı sıra, benim gibi insanları endişeye sevk eden, Emniyet Teşkilatı başta olmak üzere stratejik devlet kurumlarında Gülenci nüfuz alanının genişlemesi sorun olarak görülmedi; hatta cemaatle ilişki, olumlu bir referans yerine geçti. Bu süreçte, birbirleriyle ilişkileri hiyerarşik bir düzen içinde olmayan çeşitli Gülen yanlısı kuruluşlar, çevreler oluştu; kendisine ‘Hizmet Hareketi’ adını veren Gülen örgütlenmesinin sınırları genişlerken, Fethullah Gülen’e ve bu ‘harekete’ sempati besleyenlerle, gücü ele geçirme hedefine tam manasıyla angaje olan örgüt mensupları arasındaki fark muğlaklaştı. Çoğu zaman da örgüt, özellikle yurt dışındaki örgütlenmelerde, Gülenci kimliğin geri planda kalmasına, bazen hiç görünür olmamasına özen gösteren bir strateji izledi. Oldukça uzun bir süre boyunca gizlilik içinde çalışan Gülenci yapının gerçekleştirdiği, Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) sorularının çalınması, Çağdaş Eğitim Vakfı’na ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne karşı komplolar, Balyoz davasında sahte delil üretme gibi kriminal aktiviteler, Gülen sempatizanları tarafından görülmedi. Fethullah Gülen, ‘mutasavvıf bir din alimi’, ‘barışsever ve hümanist bir kanaat önderi’ olarak algılandığından, kendisiyle ilişkili olanların böyle şeyler yapacağına inanılmadı.
15 Temmuz’a gelindiğinde Gülenci çevrelerdeki insanların büyük çoğunluğu darbe hazırlığından habersizdi. Örgütün kriminal aktivitelere karıştığına inanmamış olanlar arasında, Nazlı Ilıcak, örneğinde olduğu gibi, hayatı boyunca darbelere karşı çıkmış olan düşünce insanları vardı.
Yargı, bütün bu farklı insanlardan oluşan ağların ilmiklerini teker teker çözmek yerine, kişisel eylemlerin suç teşkil edip etmediğini ciddi bir şekilde incelemeden, tüm Gülen çevreleriyle ‘iltisaklı’ olanları FETÖ mensubu kabul ederek terör suçuyla ilişkilendirerek, İskender’in Gordion düğümüne yaptığına benzer bir çözüm bulmuş gibi görünüyor.
Bu türden yaklaşımlar, suçun şahsiliği normunu hırpalıyor, masumiyet karinesinin değerini düşürüyor. Bu norm erozyonunun, tüm ceza hukuku uygulamalarına sirayet etmesi de kaçınılmaz oluyor.
Kanaatimce, darbe girişimi üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra, yeni yılda, yargının önceliğinin gerçek suçlu ile suç işlememiş insanlar arasındaki ayrımı yapmak ve masumiyet karinesinin, yani insan özgürlüğüne saygının, norm olarak güçlenmesine öncelik vermek olmalıdır.